Tez Koleksiyonu

Bu koleksiyon için kalıcı URI

Güncel Gönderiler

Listeleniyor 1 - 20 / 32
  • Öğe
    Otozomal dominant polikistik böbrek hastalarında hastalık evresi ile serum endotrophin düzeyleri arasındaki ilişki
    (Hitit Üniversitesi, 2024) Şahin, Zeynep; Doğan, İbrahim
    Amaç: Otozomal dominant polikistik böbrek hastalığı (ODPBH) en sık görülen kalıtsal böbrek hastalığıdır. Renal kistlerin parankimal basısı sonucu, endotel disfonksiyonu, inflamasyon ve renal hasar gelişmektedir. Endotrophin, kollagen tip VI'nın ?3 zincirinin C-terminalinden çıkan bir parça olup, renal fibrozis ve kronik böbrek hasarı gelişimi için bir risk faktörü olduğu gösterilmiştir. Çalışmamızda ODPBH'de serum endotrophin düzeyleri ile total böbrek volümü (TBV), endotel disfonksiyonu, inflamasyon ve kardiyak morfoloji arasındaki ilişkiyi değerlendirmeyi amaçladık. Gereç ve Yöntem: Çalışmaya 38'i kadın 70 kişilik ODPBH hastası (yaş ortalaması 45,27±11,4 yıl) ve 31'i kadın 55 kişilik sağlıklı kontrol (yaş ortalaması 43,1±7,1 yıl) grubu alındı. ODPBH grubu renal fonksiyonu korunmuş (Grup1) ve renal fonksiyonu bozulmuş (Grup 2) olarak iki gruba ayrıldı. Çalışma grubunun karotis arter intimamedia kalınlığı (KİMK), flow-mediated vasodilatation (FMD) ölçümü ve ekokardiyografi değerlendirilmesi yapıldı. TBV, MRG'de manuel izleme yöntemi ile hesaplandı. Endotrophin düzeyi ELİSA yöntemi ile ölçüldü. Endotrophin, TBV, FMD'nin renal fonksiyonlar, ekokardiyografik parametreler ve inflamatuar markerler ile ilişkisi korelasyon analizi ile değerlendirildi. Bulgular: Endotrophin düzeyi, hasta grubunda (16,4 (14,3-21,2) ng/ml) kontrol grubuna (18,2 (13,0-48,9) ng/ml) göre istatistiksel olarak farklı saptanmadı (P= 0,524). Hasta grubunda FMD [%6,3 (3,1-10,1)] kontrol grubuna [%9.4 (6,1-17,9)] göre düşüktü (P= 0,001). KİMK düzeyi hasta grubunda (0,65±0,11 mm) kontrol grubuna göre (0,53±0,06 mm) istatistiksel olarak anlamlı düzeyde yüksek saptandı (P< 0,001). Sol ventrikül kitle (LVM) ve sol ventrikül kitle indeksi (LVMI) hasta grubunda kontrol grubuna göre istatistiksel olarak anlamlı düzeyde yüksek saptandı (sırasıyla, P< 0,001, P= 0,013).V Grup 1 ile Grup 2 hastalar arasında serum endotrophin düzeyleri açısından istatistiksel olarak anlamlı düzeyde farklılık saptanmadı [sırasıyla, 17,3 (14,9-22,5) ng/ml, 16,0 (14,1-19,9) ng/ml, P= 0,472]. KİMK, Grup 2 hastalarda (0,71±0,12 mm), Grup 1 hastalara (0,64±0,10 mm) göre istatistiksel olarak anlamlı düzeyde yüksek, (P= 0,043) FMD ise farklı değildi (P= 0,736). TBV'nin Grup 2 hastalarda [1299,0 (1124,0- 2986,0) mm3], Grup 1 hastalara [933,0 (526,5-1653,0)mm3] göre istatistiksel olarak anlamlı düzeyde yüksek olduğu saptandı (P= 0,044). İki grup arasında LVM ve LVMI değerleri açısından istatistiksel olarak anlamlı düzeyde farklılık saptanmadı. Serum endotrophin düzeyleri ile CRP düzeyleri arasında pozitif anlamlı korelasyon olduğu saptandı (P= 0,038). TBV ile yaş ve proteinüri arasında pozitif (sırasıyla P= 0,017, P= 0,013), eGFH arasında negatif (P= 0,002) korelasyon saptandı. Sonuçlar: ODPBH'de serum endotrophin düzeyi erken evre hastalıktan itibaren yükselmektedir. Serum endotrophin düzeyi ile inflmasyon arasında pozitif anlamlı korelasyon varken; TBV, kardiyak morfoloji ve endotel disfonksiyonu ile subklinik aterosklerozis arasında anlamlı korelasyon saptanmadı. Anahtar Kelimeler: Endotrophin, Endotel disfonksiyonu, Total Böbrek Volümü, Otozomal Dominant Polikistik Böbrek Hastalığı
  • Öğe
    Hipoparatiroidi tanısı almış postmenopozal hastaların laboratuvar ve kemik mineral dansitometri verilerinin değerlendirilmesi
    (Hitit Üniversitesi, 2024) Unculu, Emine Janset; Doğan, Murat
    Amaç: Hipoparatiroidizm tanılı postmenopozal dönem kadın hastaların kemik mineral yoğunluğu, laboratuvar verileri ve osteoporotik kırık riskinin değerlendirilmesi ve kontrol grubu ile karşılaştırılması amaçlanmıştır. Gereç ve yöntem: Bu çalışma retrospektif bir çalışma olup; çalışmamıza 40 vaka 40 kontrol grubu kadın hasta alınmıştır. Çalışmanın örneklemini Hitit Üniversitesi Erol Olçok Eğitim ve Araştırma Hastanesi Endokrinoloji polikliniğine Şubat 2017-Eylül 2023 tarihleri arasında başvurmuş hipoparatiroidizm tanılı hasta grubu ile osteoporoz tarama amaçlı kemik mineral yoğunluğu ölçülen osteoporoza yönelik laboratuvar tetkikleri yapılmış hipoparatiroidizm tanısı olmayan postmenopozal dönem kadın hastalar oluşturmaktadır. Vaka ve kontrol grubu verileri; polikliniğe başvuru sırasında alınan anemnez bilgileri, sosyo-demografik özellikleri, fizik muayene bilgileri, özgeçmiş, kullandığı ilaçları, komorbiditeleri, laboratuvar ve kemik mineral yoğunluğu ölçümleri hastane kayıtları üzerinden retrospektif olarak tarandı. Kemik mineral yoğunluğu verileri Dual X-Işını absorbsiyometri tekniği ile yapılan ölçümler ile hesaplandı. Dünya Sağlık Örgütü kırık riskini değerlendirme ölçütü (FRAX) ile 10 yıllık kırık riski, femur boynu kemik mineral yoğunluğu kullanılarak ayrı ayrı hesaplandı. Vaka ve kontrol grubu için dahil edilme kriterlerine uygun benzer demografik özelliklere sahip hastalar seçildi. Elde edilen veriler SPSS Programı kullanılarak değerlendirildi. Bulgular: Hasta grubunun kalça T-skoru, L1-L4 T-skoru, femur boynu, femur total ve L1-L4 total kemik mineral yoğunluğu ölçümleri kontrol grubundan istatistiksel olarak anlamlı yüksekti (Sırasıyla, p=0,002, p<0,001, p<0,001, p=0,001, p<0,001). Hasta grubunun parathormon, serum total kalsiyum ve düzeltilmiş kalsiyum değerleri kontrol grubundan istatistiksel olarak anlamlı düşüktü (p<0,001, p<0,001, p<0,001). Hasta grubunun 25-hidroksi vitamin D ve 24 saat idrar kalsiyum değerleri kontrol grubundan istatistiksel olarak anlamlı yüksekti (p=0,011, p=0,008). Hasta grubunda 25-hidroksi vitamin D değeri, 20 ve altı olan hastalar ile 20 üzeri olan hastalar arasında 25-hidroksi vitamin D değerlerine göre oluşturulan alt gruplar arasında kemik mineral yoğunluğu ölçümleri, kırık riski değerlendirme skorları ve laboratuvar kan değerleri istatistiksel olarak anlamlı farklı değildi. Hasta ve kontrol gruplarında v yer alan tüm hastaların (n=80) 25-hidroksi vitamin D değerleri ile sadece PHT değerleri arasında negatif yönlü zayıf düzeyde istatistiksel olarak anlamlı korelasyon belirlendi (r=- 0,371, p=0,001). 25-hidroksi vitamin D değerleri ile diğer parametreler arasında anlamlı korelasyon bulunamadı. Sonuçlar: Çalışmamız, hipoparatiroidizm tanılı postmenopozal dönem kadın hastalarda önemli bulgular ortaya koymaktadır. Özellikle, hipoparatiroidizm tanılı hastaların kontrol grubuyla karşılaştırıldığında, yüksek kemik mineral yoğunluğu ölçümleri ve düşük major osteoporotik kırık riski olduğunu tespit ettik. Hasta grubunda parathormon seviyelerinin düşük ve 24 saatlik idrarda kalsiyum seviyelerinin yüksek olması beklenen bulgular arasındaydı. Hipoparatiroidizm ile ilgili literatür incelendiğinde, çalışmamız ülkemizde hipoparatiroidizmin kemik sağlığı üzerine etkisini araştıran ilk çalışma özelliğine sahiptir. Dünya çapında hipoparatiroidizmin kırık riski üzerine etkisini araştıran çok az yayın bulunmaktadır. Bu durum, çalışmanızın uluslararası alandaki önemini vurgulamakta ve literatüre katkı sağlayacağını göstermektedir. Anahtar kelimeler: Hipoparatiroidizm, Kemik Mineral Yoğunluğu, Osteoporoz, Postmenopoz
  • Öğe
    Ailevi akdeniz ateşi hastalığı olanlarda serum prolidaz enzim aktivitesi ile endotel disfonksiyonu ve kardiyak fonksiyonlar arasında ilişkinin araştırılması
    (Hitit Üniversitesi, 2024) Bozkurt, Şeyma; Eser, Barış
    Amaç: Bu çalışmada, Ailevi Akdeniz Ateşi (AAA) olanlarda serum prolidaz enzim aktivitesi (SPEA) ile endotel disfonksiyonu (ED) ve kardiyak fonksiyonlar arasında ilişkinin araştırılması amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem: Bu klinik kesitsel çalışmaya 18-65 yaş arasında toplam 112 katılımcı (ataksız dönemde AAA hastaları [n=73], kronik hastalığı olmayan kontrol grubu [n=39]) dahil edildi. Ekokardiyografi ile ED için akış aracılı dilatasyon (FMD), sol ventrikül diyastolik disfonksiyonu (SVDD) için endotelyal deselerasyon zamanı (EDT) ve subklinik ateroskleroz ölçümü için karotis intima media kalınlığı (KİMK) bakıldı. Eş zamanlı SPEA ölçümleri için kan örnekleri alındı. Bulgular: AAA tanısı olan 73 kişi, sağlıklı 39 kişi olmak üzere toplamda 112 kişi çalışmaya dahil edildi. Hasta gurubunda eritrosit sedimentasyon hızı (P=0,005), lökosit (P=0,029), C-reaktif protein ve fibrinojen (P<0,001) kontrol grubuna göre istatistiksel olarak anlamlı şekilde daha yüksek saptadık. SPEA hasta grubunda kontrol gurubuna istatistiksel olarak daha yüksekti (P=0,032). Hastalarda kontrol grubuna göre FMD istatistiksel olarak daha düşük, KİMK ve SVDD gösteren parametrelerden biri olan EDT istatistiksel olarak anlamlı şekilde daha yüksek bulundu (P<0,001). Hasta grubunda bakılan SPEA ile ED varlığı, SVDD varlığı ve artmış KİMK arasındaki ilişkinin değerlendirildiği tek değişkenli lojistik regresyon analizinde, artmış KİMK (P=0,048) dışında istatistiksel anlamlılık saptanmadı. Sonuç: AAA olan hastalarda SPEA yüksek bulundu. ED, SVDD ve subklinik ateroskleroz gelişme riski normal popülasyona göre daha yüksek olabilir. Subklinik ateroskleroz ile artmış SPEA ilişkisi olabilir, ancak ED ve SVDD ile SPEA arasında ilişki tespit edilmedi. Anahtar Kelimeler: Ailevi Akdeniz Ateşi, Serum prolidaz enzim aktivitesi, Endotel disfonksiyon, Sol ventrikül diyastolik disfonksiyon, Subklinik ateroskleroz
  • Öğe
    Karaciğer sirozu tanısı alan hastalarda helicobacter pylori tedavisinin başarı oranının ve tedaviye uyumluluğunun değerlendirilmesi
    (Hitit Üniversitesi, 2024) Evren, Gökhan; Köseoğlu, Hüseyin
    Amaç: Bu çalışmanın amacı, karaciğer sirozu tanısı olan hastalarda Helicobacter pylori (H. pylori) varlığının siroz laboratuvar ve prognoz göstergeleri üzerine etkisi olup olmadığını saptamak ve H. pylori tedavisinin başarı oranını ve hastaların tedavi uyumluluğunu değerlendirmektir. H. pylori tedavisi ile laboratuvar parametreleri üzerinde değişiklik olup olmadığını değerlendirmek çalışmamızın diğer bir amacıdır. Gereç ve Yöntem: Çalışmamıza, siroz tanısı olup, endoskopi ile mide biyopsisi yapılan, 113 hasta dahil edilmiş olup, 55 erkek, 58 kadın hasta çalışmaya alınmıştır. Tüm katılımcıların klinik ve laboratuvar özellikleri kayıt edildi. H. pylori olan ve olmayan hastaların laboratuvar verileri kıyaslandığında hastaların çalışmaya alınma anında ve H. pylori tedavisini tamamladığı 2. aydaki MELD-Na skorları hesaplandı. Tedavi sonrası laboratuvar değerleri ve MELD-Na skoru tedavi öncesi değerler ile kıyaslandı. Ayrıca laboratuvardaki bu değişim H. pylori olup tedavi olmayan ve H. pylori negatif olan hastalar ile kıyaslandı. Bulgular: Hastaların yaş ortalaması 63,53 ± 11,41 olarak saptanmıştır. Çalışmaya aldığımız 113 hastanın hepsi incelendiğinde, H. pylori enfeksiyonu olan hastalarda, olmayanlara göre laboratuvar parametlerinde anlamlı düzeyde fark saptanmamıştır. Tüm hastalarda 2 ay içerisinde anlamlı derece bir MELD-Na skoru artışı (11,81 ± 4,47 vs 12,74 ± 5,42, p=0,003) ve platelet sayısında azalma (147768 ± 97892 vs 136576 ± 87068,14, p=0,004) tespit edilmiştir. H. pylori eradikasyon tedavisi alan ve eradikasyon sağlanan hastalarda ise MELD-Na skorundaki artış (10,37 ± 4,21 vs 10,77 ± 4,83, p=0,446) ve platet sayısındaki değişim (131.700 ± 61.491 vs 131.866 ± 63.381, p=0,959) istatistiksel olarak anlamlı değildir. H. pylori tedavisi alan hastalardan birisi yan etkiler nedeni ile tedaviyi tamamlayamaz iken, tedaviyi tamamlayan hastaların tümünde başarılı eradikasyon sağlandı. Sonuç: Çalışmamızda H. pylori olan hastalarda laboratuvar verilerinde bozulma olduğu saptanmamıştır. Bizim bulgularımıza göre, karaciğer sirozu tanısı olan hastalarda, 2 ay içerisinde olan MELD-Na skorundaki artış ve platelet sayısındaki azalma, H. pylori tedavisi alan hastalarda görülmemektedir. Bu sonuçlar, karaciğer sirozu tanısı almış olup H. pylori enfeksiyonu taşıyan bireylerin enfeksiyon tedavisinin planlanması ve sonuçlandırılmasının hastalar açısından prognostik açıdan olumlu sonuçlar içerebileceğini göstermiştir. Bu sonuçlar inflamatuvar süreçlerin H. pylori tedavisi ile ortadan kalkmasına bağlanmıştır. Çalışma grubumuzda hastalar H. pylori eradikasyon tedavisini yüksek oranda tolere edebilmiş ve ciddi yan etkiler görülmemiştir.
  • Öğe
    Primer hiperparatiroidi tanılı hastalarda visfatin düzeyi kardiyovasküler risk belirteci olabilir mi?
    (Hitit Üniversitesi, 2024) Sönmez, Emre; Köseoğlu, Hüseyin
    Amaç: Primer hiperparatiroidi (PHPT) hastalarında kardiyovasküler riskin arttığı gösterilmiştir. Visfatin; endotel disfonksiyonu ve ateroskleroz için önemli bir biyobelirteçtir. Bu çalışmada da PHPT tanılı hastalarda visfatin düzeyinin kardiyovasküler hastalık riski (KVH) ile ilişkisini araştırmayı amaçladık. Gereç ve yöntem: Çalışmamıza 43 PHPT hastası ile 44 kontrol grubu alınmıştır. PHPT tanısı alan hastalardan ve kontrol grubundan visfatin, hormon ve kolesterol paneli için serum örneği alınmıştır. Karotis intima media kalınlığı (KİMK), B-mod ultrasonografi cihazı kullanılarak ölçülmüştür. Hasta ve kontrol grubu için Framingham kardivasküler risk skoru hesaplanmıştır. Bulgular: PHPT hastalarında kontrol grubuna göre serum visfatin düzeyleri anlamlı olarak düşük olduğu tespit edildi (p=0,019). KİMK, PHPT hastalarında kontrol grubuna göre anlamlı yüksek olduğu görüldü (p<0,001). Framingham kardiyovasküler risk skoruna göre kontrol grubunda risk arttıkça visfatin düzeyinin anlamlı olarak arttığı tespit edildi (p<0,001). Ancak PHPT grubunda ise; risk arttıkça visfatin düzeyinin arttığı ama anlamlı farkın olmadığı gözlendi. Her iki grupta da düzeltilmiş kalsiyum düzeyi arttıkça visfatin düzeyinin azaldığı görüldü ve istatistiksel olarak anlamlı bulundu (p=0,04). Sadece PHPT grubuna bakıldığında kalsiyum seviyesi ile visfatin arasında anlamlı bir korelasyon saptanmadı. Sonuçlar: Visfatin KVH riski için bilinen bir belirteç olması ve PHPT'de KVH riski arttığı bilinmektedir. Bu sebeple PHPT'de visfatin seviyesinde artış beklenebilir. Çalışmamızda tam tersi sonuç elde edilmiştir. Kontrol grubunda visfatin KVH için risk belirteci olarak saptanmış olmasına rağmen benzer ilişki PHPT grubunda gözlenmemiştir. Bu da bize PHPT hastalarında farklı bir mekanizma ile visfatin seviyesinde azalma olduğunu düşündürmüştür. PHPT grubunda KİMK artışı olması ve visfatin düzeyinin düşük saptanması nedeniyle PHPT'de visfatin düzeyinin KVH risk belirteci olarak kullanılamayacağını göstermektedir. Anahtar kelimeler: Primer hiperparatiroidi, Visfatin, Karotis intima media kalınlığı, Framingham kardiyovasküler risk skoru
  • Öğe
    Karaciğer sirozu tanılı hastaların üst gastrointestinal endoskopi bulgularının retrospektif olarak değerlendirilmesi
    (Hitit Üniversitesi, 2024) Kumaş, Anıl; Köseoğlu, Hüseyin
    Amaç: Çalışmanın amacı Hitit Üniversitesi Erol Olçok Eğitim ve Araştırma Hastanesi Gastroenteroloji polikliniğine başvuran karaciğer sirozu nedeniyle takip edilen hastaların endoskopi bulgularını ve endoskopik biyopsi sonuçlarını kontrol grubu ile değerlendirmek ve H. pylori pozitif olan siroz hastalarının negatif olan gruba kıyasla klinik ve laboratuvar olarak farkı olup olmadığını saptamaktır. Gereç ve Yöntem: Gastroenteroloji polikliniğine Ekim 2021-Aralık 2022 tarihleri arasında başvuran siroz hastalarının üst gastrointestinal sistem (GIS) endoskopi bulguları retrospektif olarak incelendi. Ayrıca dispepsi nedeniyle endoskopi yapılan hastalar kontrol grubu olarak alındı. Gruplar arasında endoskopi ve biyopsi bulguları kıyaslandı. Siroz olan hastalar H. pylori pozitif olup olmamasına göre iki gruba ayrıldı. Tüm katılımcıların laboratuvar özellikleri, endoskopi sonuçları ve endoskopik biyopsi sonuçları kaydedildi. Bulgular: Çalışmamızda kontrol grubunda H. pylori oranı %43,4, hasta grubunda %23,3 saptandı. Siroz olanlarda, olmayanlara göre H. pylori sıklığı istatistiksel olarak düşük bulundu (p<0,001). Tüm kronik gastritlerin %47,7'sinin H. pylori pozitif olduğu görüldü. Kronik gastrit varlığının gruplar arasındaki dağılımında kontrol grubunda %84,4, hasta grubunda %51,7 oranında tespit edildi ve anlamlı bir fark saptandı (p<0,001). H. pylori pozitif olan hasta grubunda gastrik atrofi oranı %35,7, H. pylori pozitif kontrol grubunda gastrik atrofi oranı %9,4 saptandı ve bu oran istatistiksel olarak anlamlı bulundu (p=0,004). H. pylori pozitif olan siroz hastalarının %35,7'sinde, H. pylori negatif olan siroz hastalarının %7,6'sında atrofi varlığı tespit edildi ve anlamlı bir fark saptandı (p<0,001). İki grup arasında siroz prognozunda önemli bir gösterge olan Model for End Stage Disease-Sodyum (MELD-Na) skoru istatistiksel olarak anlamlı saptanmadı. Cinsiyet, etiyolojik faktör, diğer endoskopik bulgular ve laboratuvar bulguları arasında H. pylori varlığı ile ilgili anlamlı korelasyon saptanmadı. Sonuç: H. pylori enfeksiyonu sirozlu hastalarda kontrol grubuna göre daha az görülmektedir. Peptik ülser, gastrik polip, patolojik incelemede gastrik atrofi, intestinal metaplazi ve displazi sıklıkları iki grupta da benzer saptandı. H. pylori varlığının siroz prognozu üzerinde herhangi bir kötüleşmeye neden olmadığı saptanmıştır. Anahtar kelimeler: Karaciğer sirozu, H. pylori, MELD, Üst Gastrointestinal Endoskopi
  • Öğe
    HALP skorunun organik ve fonksiyonel dispepsi ayrımını öngörmedeki rolü
    (Hitit Üniversitesi, 2023) Özdemir, Dilruba Nur; Eskin, Fatih
    Amaç: Bu araştırmamızda dispepsili hastalarda HALP (Hemoglobin, albümin, lenfosit ve trombosit) skorunun dispepsi etyolojisinin organik ve fonksiyonel ayrımını öngörmedeki rolünü araştırmayı amaçladık. Gereç ve Yöntem: Ocak 2022 ile Aralık 2022 tarihleri arasında Hitit Üniversitesi Erol Olçok Eğitim ve Araştırma Hastanesi İç Hastalıkları Kliniği'nde dispepsi nedeniyle üst gastrointestinal sistem (GİS) endoskopisi yapılmış ve endoskopik biyopsi örneği alınmış olan hastalar retrospektif olarak hastane kayıtlarından tarandı. Çalışma kriterlerini karşılayan toplam 166 hasta çalışmaya dahil edildi. Üst GİS endoskopi ve biyopsi patoloji raporlarına göre hastalar iki gruba ayrıldı. Grup I organik dispepsi hastalarını, Grup II ise fonksiyonel dispepsi hastalarını oluşturdu. Bu iki grup, HALP skoru ve demografik özellikler bakımından istatistiki yöntemlerle karşılaştırıldı. HALP skoru, üst GİS endoskopi işlemi öncesindeki hastaların en son hemoglobin, albümin, lenfosit, trombosit değerlerine göre ve hemoglobin (g/L) × albümin (g/L) × lenfosit sayısı (/L) / trombosit sayısı (/L) formülü ile hesaplandı. Bulgular: Çalışmaya dahil edilen 166 hastanın 113'ü (%68) organik dispepsi grubunu; 53'ü (%32) ise fonksiyonel dispepsi grubunu oluşturdu. Organik dispepsi grubunun HALP skoru=48,90±14,38, fonksiyonel dispepsi grubunun HALP skoru=60,60±21,09 olarak hesaplandı. HALP skoru, organik dispepsi grubunda fonksiyonel dispepsi grubuna istatistiksel olarak anlamlı olacak şekilde daha düşüktü (p<0,001). Sonuç: Bu çalışma, HALP skorunun dispepsili hastalarda organik ve fonksiyonel dispepsi ayrımını öngördürebilecek bir belirteç olabileceğini göstermiştir. Tüm hekimlerin kolaylıkla ulaşabileceği basit testlerle, düşük maliyetle ve non-invaziv bir yöntemle hesaplanabilen HALP skorunun, içerisinde erken tanı ve tedavinin önemli olduğu ve/veya komplikasyonlara neden olabilen hastalıkların da bulunduğu organik dispepsili hastaları fonksiyonel dispepsili hastalardan ayırt edebilmesinin önemli faydaları olacaktır. Özellikle birinci basamak sağlık merkezlerinde çalışan hekimlerin ileri tetkik yapılması gereken dispepsi hastalarını HALP skoru ile öngörebilmesinin, hastaların hem tanı gecikmesi hem de gereksiz invaziv tetkiklere maruziyetleri konusunda önemli avantajlar sağlacağını düşünmekteyiz. Dispeptik şikayetler ile başvuran hastalarda HALP skorunun hesaplanmasını, düşük HALP skoru olan hastalarda ileri tetkiklerle organik dispepsi nedenlerinin araştırılmasının daha hassasiyetle yapılmasını önermekteyiz. Anahtar Kelimeler: Dispepsi, HALP skoru, Endoskopi
  • Öğe
    Elektrokardiyografide QRS fragmantasyonu ve ekokardiyografide sol ventrikül hipertrofisi olan hipertansif hastalarda FGF-23 düzeylerinin araştırılması
    (Hitit Üniversitesi, 2023) Bebek, Berkant; Karabulut, Alpaslan; Yetim, Mücahit
    Amaç: Bu çalışmada ekokardiyografide sol ventrikül hipertirofisi (SVH) olan hipertansif hastalardan elektrokardiyografi (EKG)'de fragmante QRS (fQRS) olan ve olmayan olgular arasında fibroblast büyüme faktörü 23 (FGF23) düzeylerinin ve diğer klinik parametrelerin karşılaştırılması amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem: Hitit Üniversitesi Tıp Fakültesi İç hastalıkları ve Kardiyoloji Anabilim Dalı'nda Eylül 2023-Kasım 2023 tarihleri arasında yapılan ekokardiyografisinde SVH saptanan 104 hipertansif hasta bu vaka kontrol çalışmasına alınmıştır. Olgular elektrokardiyografisinde fQRS saptanan 55 (%52,9) vaka ve saptanmayan 49 (%47,1) vaka olmak üzere iki gruba ayrılmıştır. Bulgular: Olguların %66,3'ü kadındı ve yaş ortalaması 58,39 ± 11,73 yıldı. Olguların FGF23 ortalaması 758,46 ± 205,41 pg/mL idi. EKG'de fQRS saptanmayan olgular ile karşılaştırıldığında, EKG'de fQRS saptananlarda FGF23 düzeyi istatistiksel olarak anlamlı düzeyde daha yüksek (672,46 ± 223,1'e karşı 835,07 ± 153,45, p<0,001), E/A oranı istatistiksel olarak anlamlı düzeyde daha düşüktü (0,96 ± 0,08'e karşı 0,91 ± 0,12, p = 0,012). FGF23 düzeyi EKG'de fQRS varlığını ideal olarak >855,83 pg/mL kesim noktasında %60,0 sensitivite ve %77,6 spesifite ile (EAKA: 0,731 [%95 GA: 0,635 – 0,827], p<0,001), E/A oranı ise <0,95 kesim noktasında %41,8 sensitivite ve %80,9 spesifite ile (EAKA: 0,618 [%95GA: 0,510 – 0,727]) istatistiksel olarak anlamlı düzeyde öngörebiliyordu. EKG'de fQRS saptanan ve saptanmayan olgu grupları arasında diğer parametreler bakımından istatistiksel olarak anlamlı fark yoktu (p>0,05). Sonuçlar: Bu çalışmada EKG'de fQRS saptanan hipertansif SVH olgularında FGF23 düzeyinin daha yüksek olduğu saptandı. Dolaylı olarak saptanan bu sonuç doğrultusunda FGF23 artışının miyokardiyal fibrozisin potansiyel bir göstergesi olabileceği düşünülmüştür. Anahtar Kelimeler: QRS Fragmantasyonu, Sol Ventrikül Hipertrofisi, Hipertansiyon, Fibroblast Growth Factor-23
  • Öğe
    Kırım Kongo Kanamalı Ateşi enfeksiyonu geçiren hastalarda Serum IgG varlığının tespit edilmesi
    (Hitit Üniversitesi, 2023) Kaplan, Gülcan; Yapar, Derya
    Amaç: Çalışmamızda Kırım Kongo Kanamalı Ateşi (KKKA) hastalığını geçiren kişilerde serum IgG varlığını tespit etmek, demografik özelliklerin, kene teması öyküsünün, hastalığı geçirdiği dönemde replasman tedavisi uygulanma öyküsünün, hastalığın klinik seyrinin, hastalığı geçirdikten sonra riskli durumlarda korunma önlemlerine dikkat edip- etmemesinin, yakın çevresindeki kişilerin KKKA hastalığını geçirmesinin KKKA IgG antikor durumunu nasıl etkilediğini değerlendirmek ve KKKA IgG antikorunun serumda ne kadar süre pozitif kaldığını saptamak amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem: Hitit Üniversitesi Tıp Fakültesi Erol Olçok Eğitim ve Araştırma Hastanesi Enfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Kliniği'ne 2011-2021 yılları arasında KKKA hastalığı tanısı ile tedavi görüp şifa ile taburcu olan 153 kişi ve 2009 yılında Ankara'da KKKA nedeni ile takip edilen bir sağlık çalışanı ile kliniğimize başka nedenle yatan ve 2007 yılında Ankara'da KKKA nedeni ile yatış öyküsünün olduğunu öğrendiğimiz iki kişi olmak üzere toplamda 155 kişi çalışmaya dahil edildi. Hastalardan alınan serumlar sonradan çalışılmak üzere -80 ?C'de saklandı. Bireylere 13 sorudan oluşan yapılandırılmış bir anket uygulandı. Hastalığın ciddiyeti Severity Scoring Index (SSI) kullanılarak belirlendi. KKKA IgG antikor varlığı ELISA yöntemi ile çalışıldı. Elde edilen sonuçlar hastalığı geçirdiği yıllara ve ankette sorulan sorulara göre istatistiksel analize tabi tutuldu. İstatistiksel anlamlılık düzeyi p<0,05 olarak kabul edildi. Bulgular: Çalışmamızda 47 (%30,3) kişide KKKA IgG antikoru pozitif bulundu. Hastalığı geçirdikten sonraki süre ?7 yıl ise pozitiflik oranının yüksek olduğu belirlendi. Hastalığı geçirdikten sonraki süre ?8 yıl ise pozitiflik oranının azaldığı görüldü. Kişilerin hastalığı geçirdiği yıla, demografik özelliklerine, kene teması öyküsüne, hastalığı geçirdiği dönemde replasman tedavisi uygulanma öyküsüne, hastalığı geçirdiği klinik seyrine göre, hastalığı geçirdikten sonra riskli durumlarda korunma önlemlerine dikkat etmesine ve yakın çevresindeki kişilerin KKKA hastalığını geçirmesine göre KKKA IgG antikor durumlarında anlamlı farklılık bulunmadı. KKKA IgG pozitif olan kişilerin yaşı hastalığı geçirdiği dönemde negatif olanlara göre anlamlı yüksek bulundu (p=0,043). Sonuçlar: Bulgularımız KKKA hastalığını geçiren kişilerde KKKA IgG'nin varlığının ortalama 7 yıl civarında kaldığı yönündedir. KKKA hastalığını geçirme yaşı ortalama olarak daha yüksek olanlarda KKKA IgG pozitifliği artmaktadır. KKKA IgG pozitifliği geçmişte hastalığın geçirildiğini göstermesi açısından epidemiyolojik çalışmalarda tarama testi olarak kullanılabilir. Ancak tek başına KKKA IgG pozitifliği bağışıklık durumunu göstermek amacıyla kullanılamayacağı için IgG pozitifliği saptanan bireylerde bu antikorların hastalıktan koruyucu nitelikte nötralizan vasıf taşıyıp taşımadığını gösterecek ileri çalışmalara gereksinim vardır. Anahtar kelimeler: KKKA, KKKAV, IgG antikor, İmmünoloji
  • Öğe
    Bir üniversite hastanesi aile hekimliği polikliniğine başvuran kadınların serviks kanseri ile ilgili bilgi ve tutumları
    (Hitit Üniversitesi, 2023) Öz, Hilal; Öztekin, Coşkun
    Giriş ve Amaç: Serviks kanseri, kadınlarda en sık görülen kanser türlerinden birisidir. Ancak, düzenli taramalar ve aşılarla çoğunlukla önlenebilir bir kanser türüdür. Bu çalışmada, kadınların serviks kanseri taramasına ve HPV aşısına dair bilgi ve tutumları ile bunları etkileyen sosyodemografik özellikleri ortaya koymak amaçlanmaktadır. Gereç ve Yöntem: Araştırma tanımlayıcı ve kesitsel tiptedir. Çalışma süresince Hitit Üniversitesi Erol Olçok Eğitim ve Araştırma Hastanesi Aile Hekimliği polikliniğine başvuran 18 yaş ve üzeri kadınlardan dahil edilme ölçütlerine uygun kişiler ile çalışma yapılmıştır. Katılımcılarla karşılaşmada; araştırmacı ve yönetici tarafından hazırlanan, literatür taramasıyla oluşturulmuş, sosyo-demografik veriler, serviks kanseri taraması, risk faktörleri ve HPV aşısı hakkında bilgi ve tutumu ölçecek sorulardan oluşan anket formu ile veriler toplanmıştır. Bulgular: Araştırmaya katılan kadınların %67,1'i Pap smear testinin serviks kanserinin taraması için kullanıldığını, %60,1'i testin servikal bölgeden alınan sıvı sürüntüsü ile yapıldığını bilmektedir. HPV DNA testinin de servikal kanser taramasında kullanıldığını bilenlerin oranı %13,9'dur. Kadınların %52,5'i smear testini hiç yaptırmamıştır. Smear testini yaptıranların %34,2'si son beş yıl içerisinde düzenli olarak yaptırmıştır. Smear testini yaptıranların %38'i şikayetleri sebebiyle, %22'si erken tanı için, %22'si doktorun tavsiyesiyle, %5'i ise ailede kanser tanısı olan kişilerin varlığı sebebiyle yaptırdıklarını ifade etmişlerdir. Smear testini yaptırmayanların %62,9'u gerek görmeme, şikayetin olmaması sebebiyle yaptırmadıklarını belirtmişlerdir. Araştırmaya katılan kadınların yarısı Human Papilloma Virüs'ü (HPV) ve aşısını duymuşlardır ancak HPV aşısı olan kadınların oranı %1,9'dur. Katılımcıların %43'ü serviks kanseri için risk oluşturacak durumlar hakkında doğru yanıtlar vermiştir. Sigara içmek, ailede serviks kanseri öyküsü olması, birden fazla cinsel partnerin bulunması, cinsel temasla bulaşan hastalık öyküsü olması; kadınların yarısından fazlasının servikal kanser için risk faktörü olarak kabul ettiği durumlardır. Bariyer korunma yöntemleri kullanmamak, beş yıldan uzun süre oral kontraseptif kullanmak, erken (<16 yaş) yaşta ilk cinsel ilişkide bulunmak ve obezite; servikal kanser açısından risk oluşturabilecek durumlardan olmasına rağmen, katılımcıların yarısından fazlası bu ifadelerin serviks kanseri için riski artırabileceği konusunda fikri olmadığını belirtmiştir. Sonuç: Araştırmaya katılan kadınların bilgi durumları ve tutumları ikamet yeri, eğitim durumu, çalışma durumu, medeni durumu ve yaş gruplarına göre farklılaşmaktadır. Şehir merkezinde yaşayan, üniversite mezunu olan, çalışan ve evli olan kadınların bilgi düzeyleri daha yüksektir. 30-65 yaş aralığındaki kadınların servikal kanser taraması hakkındaki bilgi durumu daha olumlu yöndedir. Anahtar Kelimeler: Serviks kanseri, kanser, tarama
  • Öğe
    İskemik kalp hastalığı olan hastalarda kardiyak rehabilitasyonun 24 saatlik kanbasıncı değişkenliği üzerine etkisi
    (Hitit Üniversitesi, 2023) Biter, Burak; Aydemir, Nihal
    Amaç: Hipertansif hastalarda kan basıncı değişkenliğinin kan basıncı düzeyinden bağımsız olarak hedef organ hasarı ve kardiyovasküler mortalite ile ilişkili olduğu bilinmektedir. Yapılan çalışmalarda kardiyak rehabilitasyon sonrası hastaların uzun dönemde herhangi bir nedene bağlı ölüm oranlarında anlamlı düşüş olduğu gösterilmiş olup kardiyak rehabilitasyonun kan basıncı değişkenliği üzerine etkisi henüz netleştirilememiştir. Bu nedenle iskemik kalp hastalığı olan hipertansif hastalarda kardiyak rehabilitasyonun kan basıncı değişkenliği üzerine etkisi incelenmiştir. Gereç ve Yöntem: Çalışmaya yerel etik kurul onayı (tarih ve no: 05.10.2022-169) alındıktan sonra başlandı. Çalışma retrospektif olarak planlandı ve çalışmaya hipertansiyon ve iskemik kalp hastalığı tanıları ile takipli koroner stent ve/veya koroner By-pass öyküsü bulunan, kardiyak rehabilitasyon programına alınmış toplam 151 hasta dahil edildi. Ambulatuvar kan basıncı ölçüm cihazları kullanılarak üç aylık kardiyak rehabilitasyon programı öncesinde ve sonrasında 24 saat boyunca gündüz 15 dakika, gece 30 dakika aralıklarla kan basıncı ölçümleri alınmış olan hastaların ölçümlerinden matematiksel hesaplama ile kan basıncı değişkenliğini gösteren ortalama gerçek değişkenlik (ARV) (sistolik, diyastolik, ortalama arter basıncı) değeri elde edildi. Kardiyak rehabilitasyon ile ARV arasındaki korelasyon değerlendirildi. Bulgular: Başlangıç ölçümlerine göre kardiyak rehabilitasyon programı sonrası hastaların 24 saatlik sistolik, diyastolik ve ortalama arteriyel kan basınçlarındaki düşüş anlamlı saptandı (hepsi için p< 0,001). Aynı şekilde başlangıç ARV değerlerine göre 24 saatlik sistolik, diyasyolik, ortalama arteriyel, gece sistolik ve gece diyastolik ARV değerlerindeki düşüş de anlamlı saptandı (hepsi için p< 0,001). Diabetes mellitus, konjestif kalp yetmezliği, obezite, yaş, cinsiyet, sigara kullanımı, kullanılan antihipertansif tedavi çeşidi, koroner stent ve/veya By-pass öyküsü açısından alt grup analizlere bakıldığında kardiyak rehabilitasyon öncesi ve sonrası kan basıncı değişkenliği açısından anlamlı farklılık saptanmadı (hepsi için p> 0,05). Sonuç: Kardiyak rehabilitasyon sonrası 24 saatlik sistolik, diyastolik, ortalama arter basıncı, gece sistolik ve gece diyastolik kan basıncı değişkenliklerinde başlangıca göre düşüş saptandı. Bu sonuçlar eşliğinde, kardiyak rehabilitasyonun 24 saatlik kan basıncı VI değişkenliği üzerinde regülatuar rol oynayabileceği ve dolaylı olarak kardiyovasküler hastalık riskini azaltabileceği düşünüldü. Anahtar kelimeler: İskemik kalp hastalığı, Kan basıncı değişkenliği, Hipertansiyon, Kardiyak rehabilitasyon
  • Öğe
    Meme kanseri hastalarında nüks korkusunun sağlık okuryazarlığı ile ilişkisi
    (Hitit Üniversitesi, 2023) Köroğlu, Furkan; İren Akbıyık, Derya
    Amaç: Nüks korkusu kanser hastalarında sık görülmektedir ve yüksek düzeydeki nüks korkusu, kanser hastalarında psikiyatrik problemlere yol açabilmektedir. Bu çalışma, kanser hastaları arasında sağlık okuryazarlığı düşük olanların nüks korkusuyla daha fazla ilişkilendirildiği hipotezini incelemekte olup nüks korkusunu azaltmak ve sağlık okuryazarlığını artırmak için öneriler ve müdahaleler sunmayı amaçlamaktadır. Gereç ve Yöntem: Çalışma kapsamında, 01.03.2023 ile 31.05.2023 tarihleri arasında, Çorum Erol Olçok Eğitim ve Araştırma Hastanesi Aile Hekimliği Polikliniğine başvuran meme kanseri tanısı alıp tedavilerini tamamlayan 50 kadın hastayla yüz yüze görüşme yapıldı. Katılımcılara sosyodemografik veri formu, Kanserden Sağ Kalanlarda Erişkin Yaşam Kalitesi Ölçeğinin Nüks Endişesi Alt Boyutu ve Türkiye Sağlık Okuryazarlığı-32 ölçeği uygulandı. Bulgular: Yapılan araştırma sonucunda nüks korkusu ile sağlık okuryazarlığı arasında anlamlı bir ilişki bulunmadı (p>0,05). Tek veya çift memede kanser tanısı alan hastalar içinde, çift memede kanser tanısı alanlarda nüks korkusu anlamlı olarak daha yüksek seviyede bulundu (p<0,05). İncelenen diğer sosyodemografik ve hastalık özellikleri ile nüks korkusu arasında anlamlı bir ilişki bulunamadı (p>0,05). Sonuçlar: Bu çalışmaya katılan meme kanseri hastalarında, nüks korkusu ve sağlık okuryazarlığı arasında anlamlı bir ilişki bulunmamıştır. Bu çalışmanın hipotezi, sağlık okuryazarlığı arttıkça nüks korkusunun azalacağıydı. Ancak sağlık okuryazarlığı yüksek olan bazı hastalar, riskleri daha iyi görüp daha yüksek nüks korkusu yaşıyor olabilir. Bu durum analizleri etkilemiş ve nüks korkusu ile sağlık okuryazarlığı arasında anlamlı bir ilişki bulunmasını engellemiş olabilir. Anahtar Kelimeler: Meme kanseri, Nüks korkusu, Sağlık okuryazarlığı
  • Öğe
    Çorum İlinde, 3. Basamak Sağlık Kuruluşuna Başvuran Gebelerde, Siberkondri ve Gebelik İlişkisisnin Değerlendirilmesi
    (Hitit Üniversitesi, 2023) Kut, Mustafa; Oğulluk, Mustafa
    Giriş ve Amaç: Çevrim içi bilgi arama davranışı cinsiyetler arası farklılık gösterebilmekle beraber, literatür incelendiğinde bu davranışın kadınlarda ve özellikle gebelerde daha fazla olduğu görülmektedir. Bu çalışmanın amacı; üçüncü basamak bir hastaneye başvuran gebelerde siberkondri düzeyini belirlemek ve siberkondri düzeyini etkileyen sosyodemografik faktörleri saptayarak daha dikkatli yaklaşılması gereken gebeleri tespit edip, bu gebelerin kaygı yönetimini sağlamak böylece olası yanlış uygulamalar ve komplikasyonların önüne geçebilmektir. Gereç ve Yöntem: Bu çalışma 01.04.2023-30.06.2023 tarihleri arasında, Çorum Erol Olçok Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Aile Hekimliği ve Kadın Hastalıkları ve Doğum polikliniklerine başvuran, dahil edilme kriterlerini karşılayan 73 gebeyle gerçekleştirilmiştir. Görüşmeler yüz yüze yapılmıştır. Katılımcılara araştırmacı ve yönetici tarafından hazırlanan, literatür araştırması ile oluşturulmuş Sosyodemografik Veri Formu ve Siberkondri Ciddiyet Ölçeği uygulanmıştır. Bulgular: Çalışma sonucunda; siberkondri toplam puanı ile eğitim (r=0,398; p<0,01), kronik hastalık (r=0,246; p<0,01), gebelik haftası (r=-0,232; p<0,01) ve bilgi kaynağı (r=0,276; p<0,01) arasında istatistiksel olarak anlamlı ilişki tespit edildi. Zorlantı puanının gebelikte riskli durum gruplarına göre farkı istatistiksel olarak anlamlıydı (p<0,05). Kaygı puanının bilgi kaynağı gruplarına göre farkı istatistiksel olarak anlamlıydı (p<0,05). Sağlık uzmanlarına güvensizlik puanının eğitim ve gebelik haftası gruplarına göre farkı istatistiksel olarak anlamlıydı (p<0,05). Aşırılık puanının eğitim ve kronik hastalık sahibi olma gruplarına göre farkı istatistiksel olarak anlamlıydı (p<0,05). İçini rahatlatma puanının yaş gruplarına göre farkı istatistiksel olarak anlamlıydı (p<0,05). Sonuç: Gebelerde eğitim seviyesi arttıkça siberkondri seviyesi artmaktadır. Kronik hastalık varlığı da siberkondri seviyesini arttırmaktadır. Gebelik haftası arttıkça siberkondri seviyesi düşmektedir. Ayrıca sağlık sorunu yaşandığında başvurulan bilgi kaynağı çeşidi siberkondri seviyesini etkilemektedir. Anahtar Kelimeler: Siberkondri, Gebelik, Sağlık Kaygısı
  • Öğe
    Bir üniversite hastanesi tıp fakültesi öğrencilerinde sosyal medya bağımlılık düzeyi ve beden kitle indeksi arasındaki ilişki
    (Hitit Üniversitesi, 2023) Baran Öztürk, Seda; Öztekin, Coşkun
    Amaç: Bu çalışmada bir üniversite hastanesi tıp fakültesi öğrencilerinde sosyal medya bağımlılık düzeyinin beden kitle indeksi (BKİ) ve diğer parametreler ile ilişkisinin belirlenmesi amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem: Kesitsel tipte olan bu araştırma Şubat-Mart 2023 tarihleri arasında Hitit Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde öğrenim gören klinik öğrencilerinin (4. 5. ve 6. sınıf) dahil edilmesi ile gerçekleştirilmiştir. Katılımcıların genel özellikleri ve Sosyal Medya Bağımlılığı Ölçeği (SMBÖ) skorları kaydedildi. Bulgular: Çalışmaya katılan 190 öğrencinin %63,7'si kadındı, yaş ortalaması 23,57 ± 1,33 yıl, BKİ ortalaması 23,50 ± 3,82 kg/m2 idi. Öğrencilerin %7,9'u her gün fiziksel aktivite yaptığını belirtti. Kişilerin %89,5'i geceleri ortalama ?8 saat uyuduğunu, %12,6'sı haftanın her günü fast-food tükettiğini belirtti. Öğrencilerin SMBÖ puan ortalaması 92,67 ± 29,97 idi. Öğrencilerin SMBÖ puanı ile BKİ değeri arasında istatistiksel olarak anlamlı düzeyde korelasyon ilişkisi saptanmadı (p>0,05). Tek değişkenli analizlerde istatistiksel olarak anlamlı olduğu saptanan ve SMBÖ maddelerinde yer almayan parametrelerin SMBÖ toplam puanı ile ilişkisini değerlendirmek amacıyla yapılan çok değişkenli lineer regresyon analizi sonuçlarına göre, kişilerin fast-food tüketim sıklığının artışının (p = 0,011), sosyal medyayı arkadaşlarının yaşamını incelemek amacıyla kullanmasının (p<0,001) ve sosyal medyayı tanınmak ve popüler olmak amacıyla kullanmasının (p = 0,019) SMBÖ puan artışında etkili olan bağımsız faktörler olduğu belirlendi. Diğer parametreler ise SMBÖ skor artışında etkili değildi (p>0,05). Sonuçlar: Çalışmamızda sosyal medya bağımlılık düzeyi ile BKİ arasında anlamlı düzeyde bir ilişki saptanmadı. Ancak BKİ artışı ile ilişkili olduğu bilinen fast-food tüketimi ile sosyal medya bağımlılığı ilişkili bulunmuştur. Bu konuda yapılacak daha ileri çalışmalarla sosyal medya bağımlılığı ile BKİ arasındaki ilişki daha detaylı olarak ortaya konabilir.
  • Öğe
    Psikotik bozukluk tanısı olan hasta ailelerinde içselleştirilmiş damgalanma ve aile yükü
    (Hitit Üniversitesi, 2023) Alaybay, Elif; Akbıyık İren, Derya
    Amaç: Psikotik bozukluk tanısı olan hastaların ailelerinde gözlemlenen aile yükü ve içselleştirilmiş damgalama eğilimleri, hasta yakınlarının psikolojik iyi oluşunu ciddi şekilde etkileyebilen faktörler olarak ortaya çıkar. Bu olumsuz etkiler, aile atmosferini zehirleyerek, psikoz hastalarının tedaviye uyumunu, işlevselliğini ve hastalığın seyrini dolaylı yoldan etkileyebilir. Bu faktörler, psikotik hastalıkla başa çıkmanın değerlendirilmesinde kritik bir rol oynayan faktörlerdir. Bu çalışma, algılanan aile yükünün artmasının kendini damgalama düzeylerini artırma olasılığını araştırmayı amaçlamaktadır. Ayrıca, bu çalışmanın sonuçlarına dayanarak aile yükünü azaltmaya ve kendini damgalama düzeylerini düşürmeye yönelik müdahaleler geliştirmek için öneriler sunmayı amaçlamaktadır. Gereç ve Yöntem: Bu çalışma, Hitit Üniversitesi Erol Olçok Eğitim ve Araştırma Hastanesi'ne bağlı Toplum Ruh Sağlığı Merkezi'nde takip edilen ve araştırmaya dahil edilme ölçütlerini karşılayan 87 psikotik bozukluk tanısı almış hasta yakını üzerinde yapılmıştır. Araştırmamız, kesitsel ve nicel bir yöntemle gerçekleştirilmiştir. Katılımcılardan alınan Aydınlatılmış Onam Formu' na ek olarak, Sosyodemografik Veri Formu, Kendini Damgalama Ölçeği – Aile (KDÖ-A) ve Algılanan Aile Yükü Ölçeği (AAYÖ) uygulanmıştır. Toplanan veriler, uygun istatistiksel yöntemler kullanılarak IBM SPSS 22 paket programıyla analiz edilmiştir. Bulgular: Araştırmaya dahil edilen hasta yakınlarının %66.7'si (58 kişi) kadın, %33.3'ü (29 kişi) ise erkekti. Hastaların %26.4'ü (23 kişi) kadın, %73.6'sı (64 kişi) erkekti. Hastaların tanıları incelendiğinde, %64.4'ü (56 kişi) şizofreni, %21.8'i (19 kişi) şizoaffektif bozukluk ve %13.8'i (12 kişi) atipik psikoz tanısı almıştır. Hastaların ortalama hastalık süresi yaklaşık 19.28 yıl olarak bulunmuştur. Hastalık süresi, hasta yakını yaşı ve eğitim düzeyi Kendini Damgalama Ölçeği-A ile anlamlı ilişkili bulunmuştur. Evdeki kişi sayısı, hastanın günlük ihtiyaçlarını karşılama düzeyi, eğitim düzeyi ve sosyal destek varlığı ise Algılanan Aile Yükü Ölçeği ile anlamlı ilişkili bulunmuştur. Hasta yakınlarına ait Kendini Damgalama Ölçeği 'nin toplam puanı V ortalama 25.66 iken Algılanan Aile Yükü Ölçeği 'nin toplam puanı 27.97 olarak belirlenmiştir. Algılanan Aile Yükü Ölçeği ile Kendini Damgalama Ölçeği-Aile toplam puanı (p:0.002), değersizlik algısı (p:0.007) ve toplumsal çekilme (p:0.001) alt boyutları arasında pozitif yönde zayıf bir ilişki tespit edilmiştir. Bununla birlikte, AAYÖ ile KDÖ-A'nın hastalığın gizlenmesi alt boyutu arasında anlamlı bir ilişki bulunmamıştır (p:0.297). Tartışma-Sonuç: Algılanan Aile Yükü Ölçeği ile Kendini Damgalama Ölçeği Aile toplam puanı ve alt boyutları arasında, değersizlik algısı ile toplumsal çekilme arasında bir ilişki tespit edilmiştir. Bu sonuçlar, aile yükü ile damgalama arasındaki karşılıklı etkileşimi göstermektedir. Öte yandan, AAYÖ ile KDÖ-A arasında hastalığın gizlenmesi alt boyutu arasında anlamlı bir ilişki saptanmamıştır. Bu durum, hastaların uzun yıllardır psikotik bozukluk tanısına sahip olmaları ve çevrelerince zaten bu durumun bilinmesiyle açıklanabilir. Araştırmada yer alan katılımcıların uzun süre boyunca psikotik bozuklukla başa çıkmaya çalıştıkları ve bu durumun kronik hale geldiği sonucuna ulaşmak mümkündür. Psikotik bozukluk hastalarının yakınları için aile yükünü ve damgalamayı azaltıcı müdahalelerin sağlık profesyonelleri tarafından uygulanması, bu faktörlerle ilişkilendirilen durumların göz önünde bulundurulması ve kronik psikotik bozukluk yönetiminde ele alınması gereken önemli konulardır. Anahtar Kelimeler: Damgalanma, algılanan aile yükü, psikotik bozukluklar
  • Öğe
    Deprem sonrası post travmatik stres bozukluğu belirtileri ile nomofobi ilişkisi
    (Hitit Üniversitesi, 2023) Kanat, Korhan; İren Akbıyık, Derya
    Amaç: Cep telefonları, insanların birbirleri ile iletişim kurmasını ve güncel haberleri takip etmeyi sağlayan en önemli araçlardan biridir. Teknolojik gelişmeler nedeniyle telefonların fazla kullanımı beraberinde bazı biyopsikososyal sorunlar da getirmiştir. Cep telefonundan ayrı kalma korkusu olarak da tanımlanan nomofobi de bunlardan birisidir. Travma sonrası stres bozukluğu belirtileri yaşayan kişiler huzursuzluk, irritabilite ve anksiyete semptomları gösterebilirler. Travmaya maruz kalmış kişilerin, ihtiyaç duyduklarında telefonla iletişim kurma ve erişilebilir olma isteği ve ihtiyacının daha fazla olabileceği düşünülmektedir. Bu nedenle, travma sonrası stres bozukluğu belirtilerinin nomofobi düzeylerini artırabilecek bir risk faktörü olduğu düşünülmüştür. Bu çalışma, travma sonrası stres bozukluğu belirtileri ile nomofobi arasındaki ilişkiyi incelemeyi amaçlamaktadır. Gereç ve Yöntem: Çalışma kapsamında 25.04.2023-25.06.2023 tarihleri arasında Ekin Aile Sağlığı Merkezi'ne başvuran, 18-65 yaş arası, okur-yazar, gönüllü 329 kişi çalışmaya katılmıştır. Çalışmayı sürdüremeyecek seviyede bişilsel işlev kaybı olanlar ve mental ya da fiziksel kısıtlılığı olan kişiler dışlanmıştır. Katılımcılar sosyodemografik veri formu, Türkçe Nomofobi Ölçeği ve DSM-5 için Travma Sonrası Kontrol Listesi (PCL-5) ölçeklerini doldurdu. Bulgular: Katılımcıların yaş ortalaması 39,52±11,72 yıl olup, kadınların oranı % 52,6 erkeklerin oranı % 47,4 olarak gerçekleşmiştir.Çalışmamızda nomofobi ölçeğinden alınan puanlar incelendiğinde 2 katılımcıda (%0,6) nomofobi olmadığı, 128 katılımcıda (%39,02) hafif düzeyde, 141 katılımcıda (%42,98) orta düzeyde, ve 58 katılımcıda (17,68) aşırı düzeyde nomofobi olduğu belirlenmiştir. Katılımcıların PCL-5 puanı ortalaması 2,98 olup katılımcılarda orta düzeyde bir stres bozukluğu gözlenmiştir. Katılımcılarda nomofobi ve PCL-5 puanları arasında orta düzeyde pozitif korelasyon bulunmuştur. Sonuçlar: Bu çalışma deprem sonrası travma sonrası stres bozukluğu ve nomofobi arasındaki ilişkiyi incelemiş ve bulgular travma sonrası stres bozukluğu semptomlarının nomofobi düzeyini artırabileceğini göstermiştir. Bu kapsamda, bu iki önemli konuyu anlamak ve çözümlemek için gelecekteki çalışma ve politika önerilerinin daha kapsamlı olabileceği düşünülmektedir. Anahtar Kelimeler: Deprem, Nomofobi, Travma Sonrası Stres Bozukluğu
  • Öğe
    Deprem sonrası dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu belirtileri ile sosyal medya bağımlılığının ilişkisi
    (Hitit Üniversitesi, 2023) Kunduracı, Ahmet; İren Akbıyık, Derya
    Amaç: Sosyal medya bağımlılığı, kişinin sürekli olarak sosyal medya platformlarını kullanma ihtiyacını yaratmasına ve kullanma süresinin artmasına neden olmaktadır. Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu belirtileri olan kişiler; huzursuzluklarını, gergin düşünce ve davranışlarını dengelemek ve sakinleştirmek amacıyla madde veya davranışlara bağımlı hale gelebilirler. Bu nedenle, Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu belirtilerinin, sosyal medya bağımlılık düzeylerini artırabilecek bir risk faktörü olabileceği düşünülmüştür. Bu çalışma, Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu ve sosyal medya bağımlılık düzeyleri arasındaki ilişkiyi incelemeyi amaçlamaktadır. Çalışmamız deprem felaketinin sonrasında yapılacağı için, çalışmamızın ikinci amacı dikkat eksikliği ve sosyal medya kullanımının depremdeki kayıplar ve/veya travmatik yaşantılarla ilişkisini gözden geçirmektir. Gereç ve yöntem: Laçin Aile Sağlığı Merkezinde kesitsel araştırma olarak yürütülen çalışmaya 18-60 yaş arası, okur-yazar, gönüllü 214 kişi katılmıştır. Çalışmayı sürdüremeyecek kadar ileri seviye bilişsel kaybı, mental ya da fiziksel kısıtlılığı olanlar dışlanmıştır. Katılımcılar Aile Sağlığı Merkezinde özel olarak hazırlanmış bir ortamda; sosyodemografik veri formu, Erişkin Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu Kendi Bildirim Ölçeği ve Sosyal Medya Bağımlılığı Ölçeği-Yetişkin Formu ölçeklerini doldurdu. Bulgular: Katılımcıların %45,8'ini kadınlar, %54,2'sini erkekler oluşturmaktadır. Katılımcıların ortalama yaşı 39,5±11,5 yıl olup, yaşları 18-60 aralığındadır. %65,4'ü evli olup eğitim düzeylerinin dağılımında üniversite mezunu olanlar daha yüksek saptandı ve %45,8 oranındadırlar. Meslek dağılımları açısından serbest meslek en sık grup iken (%37,9), bunu memur grubu (%25,2) ve ev hanımları grubu (%15,4) izledi. Deprem nedeniyle bir yakının kaybeden katılımcılarda sanal iletişim puanı ve ortanca toplam puanı daha düşük saptandı (p=0,031). Tüm katılımcılarda, Erişkin Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu Kendi Bildirim Ölçeği ve Sosyal Medya Bağımlılığı Ölçeği-Yetişkin Formu ölçeklerinin toplam puanları ve alt ölçeklerinin puanları arasında pozitif korelasyon saptandı. Sonuçlar: Çalışmada Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu belirtileri ve sosyal medya bağımlılığı ilişkili bulunmuştur. Deprem felaketinin etkileri göz önüne alınarak yapılan bu çalışma, gerek koruyucu sağlık hizmetleri gerekse tedavi edici hizmetlerde etkin stratejilerin geliştirilmesinde ve toplumun daha sağlıklı yaşam sürmesinde yol gösterici olacaktır. Anahtar kelimeler: Deprem, Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu, Sosyal Medya Bağımlılığı
  • Öğe
    Serum gastrin salgılatıcı peptid aktivitesi renal tübülointerstisyel fibrozis için bir belirteç midir?
    (Hitit Üniversitesi, 2023) Özden, Muharrem; Eser, Barış
    Amaç: İnterstisyel fibrozis/tübüler atrofi (IFTA) kronik böbrek hastalığının patogenezinde çok önemlidir. Gastrin salgılatıcı peptid (GSP), vücutta artmış fibroblast aktivitesi gibi çeşitli patofizyolojik süreçlerde etkili olan bir nöropeptittir. Çalışmada serum GSP (sGSP) düzeyi ile IFTA varlığı ve şiddeti arasındaki ilişki incelendi. Gereç ve Yöntem: Kesitsel çalışmaya böbrek biyopsisi yapılan 49 hasta [ortalama yaşları 44,1±15 yıl ve 23 (%49,6) erkek], 20 sağlıklı gönüllü [ortalama yaşları 43,4±7,2 yıl ve 8 (%40) erkek] katıldı. Tüm katılımcıların klinik ve laboratuvar özellikleri kayıt edildi. sGSP düzeyi ölçümü Elabscience Human Pro-Gastrin Releasing Peptide ELISA Kit kullanılarak yapıldı. Böbrek doku örneklerinde IFTA şiddetinin yüzdesine göre skorlama sistemi uygulandı. Bulgular: sGSP seviyeleri hasta grubunda anlamlı yüksek bulundu [30,0 U/L (22,1-48,1) vs 19,7 U/L (15,1-30,3), p=0.004, (Tablo 4)]. Bununla birlikte, IFTA skoru 1 olan grupta sGSP düzeyleri daha düşük tespit edildi, ancak istatistiksel anlamlılığa ulaşmadı [IFTA skor 1, 2 ve 3+4'te sırasıyla, 38,5 (28,3-65,0); 23,2 (19,5-48,6); 27,2 (22,2-36,5), p=0.090, (Tablo 5)]. sGSP ile proteinüri arasında istatistiksel olarak anlamlı pozitif (p=0.012, Tablo 6), IFTA skoru ile istatistiksel anlamlılığa ulaşmayan negatif ilişki bulundu (p=0.168, Tablo 7). Sonuç: Bizim bilgilerimize göre IFTA ve sGSP düzeyi arasındaki ilişkinin değerlendirildiği bu ilk çalışmada, renal hasarlanma ve proteinüri varlığında sGSP düzeyinin yükselebileceği ve IFTA şiddeti ile sGSP arasında zıt ilişki olabileceği gösterildi. Bu zıt ilişki dokudaki şiddetli fibrozis gelişimi sonrası azalan fibroblast aktivitesi ile ilişkili olabileceğini düşündürmektedir. Bulgularımız, IFTA şiddeti ve proteinüri ile sGSP düzeyinin geniş katılımlı çalışmalar ile değerlendirilmesi gerektiğini ortaya koymaktadır. Anahtar kelimeler: Interstisyel fibrozis/tübüler atrofi, Proteinüri, Kronik böbrek hastalığı, Serum gastrin salgılatıcı peptid
  • Öğe
    Diyabetik olmayan kronik böbrek hastalarında serum ürik asit düzeyi ile 24 saatlik kan basıncı değişkenliği arasındaki ilişki
    (Hitit Üniversitesi, 2023) Karakurt Gödek, Yasemin; Aydemir, Nihal
    Amaç: Hipertansif hastalarda kan basıncı değişkenliğinin kan basıncı düzeyinden bağımsız olarak hedef organ hasarı ve kardiyovasküler mortalite ile ilişkili olduğu bilinmektedir. Hiperüriseminin, hipertansiyon gelişiminde bağımsız bir risk faktörü olduğu bilinmekle birlikte kan basıncı değişkenliği üzerine etkisi henüz netleştirilememiştir. Bu nedenle kronik böbrek hastalarında ürik asit düzeyinin kan basıncı değişkenliği üzerine etkisi incelenmiştir. Gereç ve yöntem: Çalışmaya yerel etik kurul onayı (tarih ve no: 07.07.2021-482) alındıktan sonra başlandı. Çalışmaya evre 2- 4 kronik böbrek hastalığı olan 90 hasta dahil edildi. Serum ürik asit düzeyi kolorimetrik yöntemle ölçüldü. Hastalara AKBÖ cihazı takılarak 24 saat boyunca gündüz 15 dakika, gece 30 dakika aralıklarla kan basıncı ölçümleri alındı. 24 saatlik kan basıncı ölçümlerinden matematiksel ölçümlerle kan basıncı değişkenliğini gösteren ortalama gerçek değişkenlik (ARV) (sistolik, diyastolik ve ortalama arter basıncı) değeri elde edildi. Serum ürik asit düzeyi ile ARV arasındaki korelasyon değerlendirildi. Bulgular: Serum ürik asit düzeyi ile 24 saatlik sistolik ARV, 24 saatlik diyastolik ARV ve 24 saatlik ortalama arter basıncı ARV değerleri arasında pozitif yönlü bir korelasyon saptandı (sırasıyla p= 0,012, p= 0,041, p= 0,044). Kronik böbrek hastalığı evrelerine göre serum ürik asit düzeyi ile kan basıncı değişkenliği arasında anlamlı bir farklılık saptanmadı. Yaş ile 24 saatlik ortalama arter basıncı ARV, gece ortalama arter basıncı ARV ve gece sistolik ARV değerleri arasında pozitif yönlü bir korelasyon saptandı (sırasıyla p= 0,030, p= 0,001, p= 0,003). 24 saatlik sistolik ARV, 24 saatlik gece ortalama arter basıncı ARV ve gece sistolik ARV değerleri ile vücut kitle indeksi arasında pozitif yönde korelasyon saptandı (sırasıyla p= 0,032, p= 0,045, p= 0,014). Hipertansiyon süresi ile tüm ARV değerleri arasında pozitif yönlü korelasyon saptandı (p< 0,001). Sonuç: Serum ürik asit düzeyi ile 24 saatlik sistolik ARV, 24 saatlik diyastolik ARV ve 24 saatlik ortalama arter basıncı ARV değerleri arasında pozitif bir korelasyon saptandı. VI Bu sonuçlar eşliğinde, ürik asit yüksekliğinin kronik böbrek hastalığı olanlarda kan basıncı değişkenliğinde bir artışa katkıda bulunabileceği düşünüldü. Anahtar kelimeler: Hipertansiyon, Kan Basıncı Değişkenliği, Kronik Böbrek Hastalığı, Serum Ürik Asit
  • Öğe
    Çölyak hastalarında yaşam kalitesinin hastanın kendisi, ailesi ve aile hekimi tarafından değerlendirilmesi
    (Hitit Üniversitesi, 2023) Azak, Mustafa; İren Akbıyık, Derya
    Amaç: Çölyak hastalarının tedavisinde psikososyal ve toplumsal destek önemli rol oynamaktadır. Yaşam kalitelerini aile üyeleri veya doktorundan farklı kötü veya iyi algılayabilir. Bu çalışmanın amacı özellikle psikososyal tedavide çok etkili olan bu üçlünün durumu benzer açılardan değerlendirmelerine ve iş birliği yolları yaratmalarına zemin hazırlamak ve hastanın yaşam kalitesi konusundaki algı farklılıklarını göstermektir. Hastanın yaşam kalitesinin kendisi, ailesi ve hekimi açısından nasıl göründüğünün belirlenmesi ve bunların karşılaştırılması; birinci, ikinci ve üçüncü basamak sağlık hizmetleri için gerekli verilere katkı sağlanacaktır. Çorum'da yaşayan Çölyak hastalarının verileri elde edilecek ve gerekli iyileştirmeler için farkındalık yaratılacaktır. Gereç ve Yöntem: Çorum'daki 69 aile sağlığı merkezinden 25'i ve 186 Aile hekiminin 48'i ve 18-65 yaş arası, okur-yazar, gönüllü 68 çölyak hastası çalışmaya katılmıştır. Ağır psikiyatrik, nörolojik, fiziksel rahatsızlığı bulunanlar, tek başına yaşayanlar, bakımevinde kalanlar ve son 6 ayda aile hekimini değiştirenler dışlanmıştır. Aile hekimi, hasta ve hasta yakını aile sağlığı merkezlerinde, aynı zamanda, tek seferde ve farklı odalarda çölyak hastalığı yaşam kalitesi anketi (CDQ) doldurmuştur. Bulgular: Aile hekimi, hasta ve hasta yakınları yaşam değerlendirmeleri kendi içinde birbirleriyle %85 uyumludur. Ancak aile hekimleri çölyak hastalarının yaşam kalitesini anlamlı fark yaratacak derecede 14,618 puan yüksek algılamaktadır. Hasta ve hasta yakınları yaşam kaliteleri değerlendirmeleri birbirine yakındır. Hastaların yaşı arttıkça ve eğitimleri düştükçe yaşam kalitelerinin azaldığı bulunmuştur. Öğrencilerin yaşam kalitesi diğer mesleklere göre yüksektir. Bekarların yaşam kalitesi evli ve dullara göre yüksektir. Çölyak hastaları yaşam kalitelerini bozan en önemli iki unsurun glutensiz diyetin zorlukları ve sosyal sorunları olduğunu belirtmişlerdir. Sonuçlar: Çölyak hastalarının yaşam kalitelerini olduğundan yüksek algılayan aile hekimlerinin tanı, tedavi ve takipte desteklenerek katkıları artırılmalıdır. Yaşam kalitesi düşük bulunan yaşlılar, dullar, eğitimi düşük olanlar ve ev hanımları gibi dezavantajlılar sosyal ve maddi açıdan desteklenmelidir. Genel ve yerel yönetimler ile çölyak dernekleri eşgüdüm içinde hastalarının yaşam kalitelerini yükseltecek faaliyetler yapmalıdır. Anahtar Kelimeler: Çölyak, Glütensiz, Yaşam Kalitesi, CDQ, Aile Hekimi